13 Kasım 2014 Perşembe

Bilenler bilir.

Bilenler bilirler!
Bir kalem, bir defter,
Bir de kulağıma konan melodiler..
Huzurum koşarcasına,
Eteklerime dolanırcasına
Kalemimden sayfalara..
Baharlarım kışlardan kaçarak uzaklaşırcasına..
Bilirler okuyanlar, okurlar yutarcasına!

30 Ekim 2014 Perşembe

Bir fincan çay

Biçimsiz ve kıvrımlı sokakların nereye varacağını kestiremedi. Aynadan arkadaki araçları kontrol edip, bulduğu bir köşede sağa çekti. Aceleci ayaklar tozu dumana kata kata koşturuyordu. Ayakkabılar ağlıyordu. Toprağı katman katman kaplayan asfalt, sıcağın uğultusuyla birleşince cıvık bir mürekkebi andırıyordu. Değdiği pantolon paçalarını boyuyordu. 
Sağa çektiğinde güneş şemsiyelerinin rengi ağarmış bir çay evi kestirdi gözüne. Kaldırımın ucuna iliştirilmiş gibi duran elektrik direğine kilitledi bisikletini. Kaskını koltuğunun altına sıkıştırdı. Az para vermemişti, canından kıymetli değildi tabi ama öyle ulu orta bırakamazdı ya? 
Garson, önlüğüne ellerini sile sile bir yandan da önlüğünün cebindeki kenarı kıvrıla kıvrıla sayfaları birbirinin içine geçmiş adisyon fişinin koçanını çıkarmaya çalışıyordu. Müşterisi masasını seçene kadar saçını başını düzeltti. Koltuğunun altındaki kaskı yanındaki sandalyeye çay ısmarlayacağı arkadaşı gibi özenle oturtan kadın sandalyeye oturur oturmaz gözü garsonu aradı. Hararetini kesecek bir fincan çaya çok ihtiyacı vardı. Sözleşmiş gibi o anda göz göze geldi iki kadın. Belinde garson önlüğü olan kumral kıvırcık saçlı kadının sarı bluzu, kaskıyla iki eski dost gibi oturan siyah kısacık saçlı kadının bluzuyla aynı tondaydı. Göz göze gelince gülümsediler aynı anda. Sadece çay ikramı yapılan ve tek kadın garsonun idare ettiği bir çay evinde iki kadın göz göze geldi ve birbirine gülümsedi. Aynı olayın erkek versiyonunu düşündü bisikletini kaldırımın kenarına park eden kadın. Onlar birbirlerine baktığında ne görüyorlardı acaba? Kendisi şu an karşısındaki kadının yüzük parmaklarını yokluyordu göz ucuyla garson kadın kendisine yaklaşırken. Evde bir çocuğunu mu bırakıp gelmişti yoksa eşiyle birlikte evlerinin kapısını çekip akşama görüşmek üzere diyerek ters yönlere doğru yola mı koyulmuşlardı. Bunu düşünmüştü o an. 
Kıvırcık saçları adeta sessiz bir koro gibi şakıyan kadın narin bir baş hareketiyle 'Hoş geldiniz, ne ikram edelim size? Çayımız tazedir. Günün bonusu tarçınlı kekimiz de var.' dedi. Aslına bakılırsa sadece çay servisi yapılan bir işletmede o gün bir değişiklik yapıp kek yapmışlardı. İkram edebilecekleri başka bir şey de yoktu. Reklam panosunu andıran soğuk buz dolapları ve içinde envai çeşit renkte soğuk boyalı içecekler yoktu burada. Olan tek şey dışarıda 3 içeride 2 tane olmak üzere 5 tane masası ve çok eski olmasına rağmen sapasağlam görünen duvarı kaplayan bir kitaplıktı. 'Fincanda çay' dedi kaskıyla karşılıklı oturan kadın. 'Madem öyle kekinizi de tatmak isterim, bir dilim yeterli' dedi. Dedi ve o an evine misafirliğe gittiği bir arkadaşına garson muamelesi yapıp sipariş veriyormuş gibi hissetti. Kalkıp 'Keki de ben koyayım, tabaklar neredeydi?' diyesi geldi. Ama hayır, empatinin bu kadarı da fazlaydı. Altı üstü öğle molasında şurada 2 dakika çay içip 2 satır okumaya gelmişti. Geri döndüğünde nasılsa gri bir camın arkasına geçip yüzünü asacak ve işini yapmaya koyulacaktı. Pıtı pıtı minik adımlarla tezgaha doğru yönelirken garson kadın, kaskıyla oturan kadın düşündü 'İşimi yaparken ben gülümsemiyorum. Ben de insanlarla uğraşıyorum. Bütün gün çekiyorum onları, istekleri, sorunları. Evraklar telefon çalmaları, bilgisayar ekranı, klavye, kalem, ajanda... Eve git bulaşık çamaşır eş derken gece oluyo. Bu kadın gülümsüyor. ama ben gülümsemiyorum. Gülümsediğimde mutlaka yeni ve iyi bir haber almış olmam gerekiyor.'
- 'Çayınız, işte kekiniz de burada, afiyet olsun' 

Kamburlaşan sırtını dikleştirdi kaskıyla oturan kadın. Sahi neden kaskını sandalyeye öyle o kadar düzgün yerleştirmişti? Pekala kapının girişindeki ceket askısına asabilirdi. Masaya da koyabilirdi. Ne güzeldi. Kask yani. özenle çizilmiş yağlı boya tablosuna benziyordu üzerindeki desenler. Bisiklet de öyleydi. Ne güzel bir tonuydu öyle yeşilin. Yeşilden pek hoşlanmayan garson kadının bile hoşuna gitmişti. Tatlı bir yeşildi. Yeşilin böyle tatlı bir tonu da varmıştı demek ki. Saate baktı, günün yarısını yirmi dakika geçmişti. 'Ne güzel' diye düşündü. Bu saatte bisikletine binip bir kafede mola vermek için vakit ayırmış çalışan bir kadın. Çalıştığını anlamıştı kadının. Çünkü özenli ve hafif ciddi tonlarda bir makyajı vardı. Ve muhtemelen bisiklete bineceği için ofisindeki dolabında bulundurduğu kot pantolonunu giymişti. Üzerindeki bluzla gerçekten imaj farkı vardı çünkü. Fark etti ki bugün kendisi de kaskıyla oturan kadınla aynı renk bluz giymişti. Kadın, çay ikram ederken oturduğu yerde kamburlaşan omzunu hemen dikleştirmişti. Sporcu gibiydi zaten. Kendisi ise bir ayağı çukurda gibi yürüyordu şimdi farketmişti bunu, kendini düzeltti. Birden kaskıyla arkadaş gibi oturan kot pantolonlu bisikletli kadına derin bir saygı duydu. Kadın bir yandan okuyor bir yandan da kurşun kalemle kitabın bazı yerlerinde altını çiziyordu cümlelerin. Sevdi bunu. Kendisi de yapardı bunu çünkü. Kurşun ve uçlarını kalemtraşla açabileceği kalemleri severdi. Ama çok sivrildi mi çekilmez oluyordu kalemler, o yüzden ilk açtıktan sonra biraz karalama yapıyordu. 
Çayı bitmişti. Gözünü kitaptan kaldırdığında o yürüyen gülümseme gibi gördüğü kadının cam demlikle yanında bittiğini gördü. Çayını hemen tazelemişti. Yine göz göze geldiler. Garson kadın sormadan edemedi. 'Kitaplıktan da kitap alabilirsiniz, ödünç sistemimiz de var. Sahi ne okuduğunuzu sorabilir miyim?'. Evet güzel giriş yapmıştı. Güzeldi. 'Ah öyle mi?' dedi kadın. Kaskını alıp masaya koydu. 'Yanıma oturmanız sorun olur mu?' diye sordu. 'Garson kadın kafe sahibinin kasada hesaba daldığını gördü ama kısa bir arada göz işaretiyle izin almıştı. 'Neden olmasın' dedi. 'Ben de kurşun kalemle altını çizerim kelimelerin' dedi Garson kadın. İkisi de aynı anda güldü. Kaskını masasının üstüne koyan kadınla biraz sohbet edebildi Garson kadın. Müşteriler  gelmeye başlamıştı. Öylesine konuştular. Kitaplardan, havanın sıcaklığından, işten eve gidince içine girilen koşuşturmadan. Öğle vakti bitmek üzereydi. Kaskını eline alan kadın izin istedi. Kaplumbağa kabuğu gibi görünen kaskı başına yerleştirdi ve Garson kadınla el sıkıştı. 'Sık sık geleceğim' dedi. 'Elbette' dedi Garson kadın.
İkisi de ayrıldıklarında aynı şeyi düşünüyorlardı. Bir kadının diğer bir kadınla alıp veremediği hiç bir şey yoktu aslında. Sadece erkekler yanlış düşünüyorlardı. Bir de diğer bazı kadınlar ;)

20 Ekim 2014 Pazartesi

Grinin koyu bir tonu gibi yaşadığım kent. Görünmez şeffaf duvarlar yoğunlaştıkça etrafımızda koyu bir gri duvar olduğunu farkediyoruz. 
Ne renge bulasanız bulaştığı renkleri de koyulaştıran, ruhunu gökyüzüne asmış, kaldırım taşları bile renkleriyle caddeleri aydınlatamayan bir kent.
Yollardan süzülen insanların yüzlerinden eriyen hissizlik kaldırım taşlarının arasına sıkışıp asfaltla karışıyor. Kediler bile suratsız bundandır ki.
Topuk tıkırtısını inşaat makinelerinin uğultularıyla takas eden bu kent korna sesleriyle nefes alan herkesi yutuyor.

25 Eylül 2014 Perşembe

Söğüt

Hiç de sırası değildi şimdi şu ulu orta cıvık ortamda hayal kurmanın. Yaz saltanatının son günlerini sürerken güneş kavurup geçiyordu üzerinden. Oldu olası sevmezdi ya iş arkadaşlarıyla gereksiz kurulan samimiyetten. Bir de sıcak havayla buluşunca iyice çekilmez bir hal alıyordu. Neyse ki öğle yemeğinde lokantanın bahçe bölmesinden cadde manzaralı bir masa seçmişti de gelip geçenleri izlerken konuşulanlar kulaklarında uğulduyordu. İnsanları izlemeyi sevdiğinden, eğer ki dikkatini bulunduğu ortamdan biraz olsun dışarı verirse iş tamamdı. Ortamda konuşulanlar irili ufaklı birbirine girmiş kara kalem tipografi çalışması gibi karmaşık uğultulara dönüşüyordu. Anlayabilmek için dikkatini olduğu an'a döndürmeliydi. Ama o bu yarı baygın zihinsel bulanıklığı seviyordu şimdi. Zaman zor geçiyordu. İş çıkışı vakti denilen ve geçmek bilmeyen son buhran dakikalarına şimdi de midesine giren kramplar ve uçuşa hazır yüreği eklenmişti. Bu akşam eve hiç uğramayacak, annesine 'işi olduğunu' söyleyecek ve ufak bir kalp burukluğundan sonra ofisin lavabosunda üstüne başına çeki düzen verecekti. Yaşı kemale erdiğinden sebep, kalbini pıt pıt attıran bir adamın varlığını gizleyeceği bir zorunluluk hali yoktu. Ama şimdi içi buruktu, babası yoktu artık. İlk aşkını sulu sepken bir günde ıslak ve soğuk toprağın koynuna sarıp sarmalayıp arabaların kapısını kapatıp çekip gitmişlerdi. Bundan sebep konuşurken cümleleri yutan, hafif ince dudaklı baktı mı insanın içini delip geçen adamlara aşık olmadı bir daha hiç. 'Bir baba idolü aradım' diye iri iri puntolarla magazin sayfalarının üst köşelerinde seksi pozlar veren masum bakışlı tv kuklalarına baktıkça içi acırdı. Sinir olamazdı nedense, çünkü o cümleler onlara ait değildi. Bakışları 2 saniye daha fazla üzerlerinde gezdirmek için menajerlerinin kurduğu oyunlardan biriydi o röportajlar. Böyle zamanlarda çıkıp çarşıya deli gibi gezmek saçma sapan kıyafetler denemek için neler vermezdi. Ama içinden gelmiyordu. Adeta taş kesilmiş gibi saplandığı bir noktada kalıveriyordu. Üzerindeki melankoliyi attı. Eve gidip üzerini değiştirmek de istemedi. Neyse oydu sonuçta. Saatler öncesinden eltisinin düğününe hazırlanan gelinler gibi yüze göze bulaştırılmış yağlı boya tablosunu andırmak istemiyordu. En iyi fikir sevdiceğini görmediği onca haftanın heyecanını biraz yatıştırmak için onu en çok dinginleştiren şu kafeye gitmekti.Ya da bu haftalarda çok aksattığı lacivert gözlü pamuk saçlı kankasına bir uğramalıydı. Yürümek hiç işine gelmemişti, bir buçuk saat içinde tontiş yanaklısına sarılıp biraz sakinleşmeliydi. Onu görünce onun yalnızlığını, hemen kendi ihtiyarlığı gelirdi aklına. Bir de hiç görmediği iki ninesi. 'Aman evladım! Aman çok koşma terlersin' diye arkasından bağırdığını hayal ederdi çocukluğunda lacivert gözlüsünün. Minik sırrıydı pamuk saçlısı. Kimsecikler bilmezdi. Turkuaz boyalı bahçe kapısına geldiğinde bu kez zili çaldı. Normal bir gün olsa tontiş yanaklısını yormasın diye usulca süzülürdü kapıdan. Bugün zili çaldı. Kapının üzerinde tak kurmuş olan leylaklar buram buram kokuyordu, bahçedeki beyaz demir oymalı sandalyelerin ucu görününce daha bir içi pır pır etti. Kapı açıldığında Lacivert gözlüsüne sıkıca sarıldı, 'sürpriiiiizz' diye bağırarak. Sonra eliyle ağzını kapadı ve sokağı kolaçan etti. Lacivert gözlü pamuk saçlı biricik 'Sultan' ninesi cılız elleriyle sırtını sıvazladı eli ayağı titreyen genç kızın. 'Hayrola?' dedi, 'Bu hafta gelmezsin sanıyordum, ne de olsa günün geçince bir hafta sonra bekliyorum seni artık'. 'Öyle deme pamuk sultanım, bu hafta sana müjdeli bir haber vermeye geldim' dedi. Lacivert gözleri kocaman açılan kadın ilk kez miniğini böyle görüyordu. 'Bu kez aşkıma iyi bakacağım ben!' dedi demir sandalyeye önce Sultan Nine'sini yerleştiren kız. Kadın iyice sersemlemişti. kemikleşen eklemlerinin ağrılarını bile bu kadar şiddetli hissetmemişti aylardır. Bu hisli genç kız yıllardır kendisini her hafta mütemadiyen görmeye gelirdi. Geldiğinde yanında mis kokulu bitki çayları getirir, onları demlerken de kitabın o hafta okuyacağı bölümü hakkında fikirlerini sorardı.

* * *

Aslında tanışmaları çok garip olmuştu. Sultan Nine, emekli bir kütüphane memuruydu. Ancak yılların eskittiği gözleri ve dizleri ne uzun süre oturmasına ne de uzun süre okumasına izin vermiyordu. Hiç unutmazdı, emekliliğinin üzerinden 10 yıl geçmişti ve bir gün eski görev yaptığı rutubet kokan kalın duvarlı kütüphanenin kapısından ilk girdiği gün görmüştü bu ufak tefek kızı. Yıllarca kütüphaneye gelen çocuklardan, gençlerden tecrübe edindiği kadarıyla ilk görüşte yeni nesilin neden kütüphaneye geldiğini anlardı. Tanıştıklarında adının Söğüt olduğunu öğrendiği kız, pencere kenarında bir masaya oturmuş uzaklara bakıyordu. Kendisinin emekliliğinden sonra görevi devralan memur hanıma kendisini tanıttıktan sonra izzet ikramı reddedip Söğüt'ün yanına oturmuştu kadın. 'Merhaba Evladım' dedi. 'Rahatsız ettiysem hemen kalkarım ama şu rafa uzanamıyorum, oradaki bir kitabın sonunu bana okur musun?' diye konuya giriverdi.

***

Söğüt, babasını yeni kaybetmiş; son bir aydır her gün sırf sessiz olduğu için kütüphaneye geliyordu. Evleri o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki, evin içinden çıkan bir aile bireyinin yokluğu diğer aile bireylerinin hüznünü paylaşmaya gelen konu komşunun çığırtılarıyla silinmişti sanki. O gün kendini evdeki kitaplarıyla baş başa kalacak zamanı bulamayacağına inandırmıştı Söğüt. Bundan dolayı çareyi kütüphaneye gelmekte bulmuş, babasının vasiyetinin bir parçasını gerçekleştiriyordu. 'Kitapları ve yazmayı sakın bırakma' demişti babası son günlerini geçirdiği hastane odasında. 'Bunlar bana izin vermiyor' diyerek ellerini işaret etmişti gözleriyle. Babası haftalık çıkan bir dergide makale yazıyordu. Ancak bir gün dergiye gelen münasebetsiz bir kaç aşırı uçlarda gezinen genç yazdığı yazıdan dolayı kendini tartaklamıştı. Babası, onlara karşı koymaya çalışırken beli ofisteki kütüphanenin köşesine çarpmıştı ve omuriliği hasar görmüştü. Aslında bu durum çok istisnaiydi, bu kadarcık bir şeyden insan felç geçirmezdi. Doktorlar daha çok kendisinin psikolojik olarak çok yıprandığını söylemişti. Okumaya ve yazmaya bir ömür adamış olan babası, günden güne göz göre göre eriyordu bir hastane köşesinde. Söğüt'ün tek yapabildiği, ona kitap okumak ve onun son günlerinde ağzından her çıkanı yazmaktı. Bu süreç yaklaşık üç buçuk ay sürdü. Bir akşam annesinin halasıyla fısır fısır konuşmasına uyanan Söğüt; kendine gelene kadar hastane odasının içindeki tüm ışıklar yanmış ve doktor içeride ağıt yakan annesi ve halasını rica minnet odadan dışarı çıkarmaya, hemşireler de kendisini de uyandırmaya çalışıyorlardı. O gün şatosunun kahramanını sonsuzluğa gönderen Söğüt; içindeki ilk aşkı alevlendiren gurur kalesi babasının son sözlerini yazamadığına yanar, her zaman 'Aşkıma sahip çıkamadım, ona iyi bakamadım' diye hayıflanırdı. Babasının son günlerinde kendisine yazdırdıklarını not aldığı defteriyle birlikte kendine iş edinip sabahın sekizinde kapısında dikildiği kütüphane o gün daha sessizdi sanki. Babasının 'Aile Notları' başlığıyla yazdırdığı kısmı incelerken pencereye dalıp gitmişti. O sıralarda ufak tefek, cılız ama buna rağmen tonton yanakları olan bir kadın geldi karşısına oturdu ve 'Merhaba Evladım' dedi. 'Rahatsız ettiysem hemen kalkarım ama şu rafa uzanamıyorum, oradaki bir kitabın sonunu bana okur musun?' diye konuya giriverdi. Birden kendisini toparlayan Söğüt 'Merhaba, ben Söğüt' dedi. 'Ben de Sultan evladım. Memnun oldum' dedi. Raftan kitabı alan Söğüt hiç sorgu sualde bulunmadan aldı ve kitabın sonunu okudu. O an farketti ki bu bir alışkanlık gibi olmuştu. Babasına aylarca kitap okuyup yazı yazdığı için o an bunu bir refleks olarak yapmış ve sorgulamak ancak kitabın son cümlesini okuyup Sultan Nine ile göz göze gelince aklına gelmişti. Sultan Nine bakışlarındaki merakı okudu Söğüt'ün ve 'Ben burada memurdum evladım. O kitabın sonunu okuyamadım. Emeklilikten sonra da farklı telaşlara düşüyor insan. Bugün aklıma düşüverdi kitap, sonunda ne olduğunu çok ama çok merak ettim. Sen de bana yardımcı oldun, teşekkürler' dedi. O günden sonra Söğüt ile Sultan'ın gizli dostluğu başlamıştı. Aslında gizli olmasına gerek yoktu. Söğüt, Sultan'ın kütüphaneye kadar gelmesine engel olmuş, o yorulmasın diye onun evini öğrenmiş ve haftada bir gün iş çıkışından sonraki vaktini ona ayırıyordu. Gizliyordu. Gizliyordu çünkü annesinin öğrenmesini garip bir şekilde istemiyordu. Nedeni yoktu hayır hayır. Babasının hatırasına bir saygı duruşu olarak Sultan bu temiz yüzlü emekli kütüphane memuruna dostluk ediyordu, ama gerçekten de seviyordu bu kadını. Söğüt, aylar sonra babasından bahsetmişti Sultan'a. 'Son görevimi yapamadım ona' demişti. 'Son olarak ne dedi, ne söyledi bilmiyorum. Annemle halam da duymamış' dedi. Boynunu büktü. Elindeki defterin kapağımı bir daha açmamak üzere kapattı. Okudukça canı yanıyordu. Babası, bir ailenin bir arada kalması için öğütler veriyordu. Sanki 'ben gidiciyim, ben yokken bu kurallardan dışarı çıkmayın sakın dağılmayın' der gibiydi. Abisi yurt dışında çalışıyordu. Bu durum işleri biraz değiştiriyordu tabi. Gel zaman git zaman Sultan ile Söğüt'ün bu dostlukları devam etti. Söğüt, Sultan'ın yanında yazı da yazıyordu. Sultan'ın hayat tecrübelerinden, kitaplardan, hayattan, kısaca her şeyden biraz yazıyordu. Terapiste gitmeden tedavi olmanın yolunu bulmuştu. Okumak ve yazmak.

***

Bugünün anlamı çok başkaydı çok. Sultan, Söğüt'ün bakışlarındaki o parlaklığı ilk kez gördüğünü fark etti. Söğüt de ilk kez Sultan'ın kapısını çalarak eve girdiğini hatırladı. 'Bu kez aşkıma iyi bakacağım ben!' diye kurduğu cümleyi de tartmaya fırsat bulamadan kurmuştu. Sevdiceğiyle bir saat sonra görüşecekti. Ancak Sultan'a anlatmaya fırsat bulamamıştı. Şimdi yarım saat içinde Sultan'a bir çırpıda sevdiceğinden bahsedecek, sonra geri kalan elli dakikada buluşacakları mekana gidecek ve geri kalan son on dakikada da kalp atışlarının yavaşlamasını bekleyecekti. Söğüt'ün babasına duyduğu vicdan azabından kendisini kurtaramadığını fark etmişti Sultan. Yaşı da gelmişti kızın, elbette gönlünü birilerine kaptıracak yuvadan uçup gidecekti. Ancak sırf babasının vicdan azabından dolayı sağlıksız bir seçim yapmasından korkuyordu Sultan Söğüt adına. Hani olur ya bir baba rol modeli arardı kız çocuklar babalarını kaybettikten sonra. Böyle olmasından korkuyordu. Sabırla Söğüt'ü dinledi. 'Yayınevinde tanıştık' dedi Söğüt. 'Babamın bana yazdırdığı son üç aylık notları bir kitapta toplamaya karar vermiştim. Ancak bu işlerin öyle kolay olmadığını anladım. Kitap için izinler, redakteler, kapak tasarımı, basımı, maliyeti derken bana bir yığın iş çıktı. Ama maaşımdan biriktirdiklerimle bunu yapmaya karar verdim. Tane tane konuşuyor Sultan Nine. Sakin bakışlı, ılık bir rüzgar gibi. Yayınevine gittiğimde editörle tanışmamı sağladı. Aa bu arada kitap olayı da sana sürpriz olacaktı. Ay bugün ben bir garibim lütfen kızma bana nolur çok heyecanlıyım. Bir kaç aydır yayınevine her gittiğimde ciddi bir şekilde işimizi yapıp ayrılıyoruz. Ama her gittiğimde babamın notlarından bir sayfayı fotokopi çekip içinden 1-2 cümlenin altını çizip gizlice çantama koyuyor. Baştan bunu bir oyun gibi düşündüm, ancak sonradan beni sevdiğini anladım. Bunu anladığımda boğazıma bir düğüm oturdu. Ona karşı boş olmadığımı anladım. Biz bugün ilk kez ama ilk kez sevgimizi sözcüklerle birlikte dillendireceğiz'. Ağzındaki baklayı ıslatmıştı Söğüt. Sustu. Derin nefes aldı. Birden içi aniden boşaltılmış un çuvalı gibi oturduğu sandalyeye çöktü. Ayaklarını topladı, yutkundu ve başını öne eğdi. Sultan'ın ağzından çıkacaklarını merakla bekliyordu. Ayakkabılarındaki taşları incelerken birden dik oturdu ve Sultan'ın gözlerinin içine baktı. Sultan'ın dudakları yukarı doğru büküldü gözleri doldu ve kocaman bir gülümsemeyle Söğüt'ü kucakladı. 'Biliyordum' dedi. 'Biliyordum ki bir gün beni ziyaret etmeni engelleyecek bir yürek kıpırtın olacak. Çok mutlu ol güzel kızım çok sevindirdin beni. Haydi randevuna geç kalma, haftaya da bana ayrıntıları anlatmayı unutma' dedi Sultan. İnanılmaz derecede rahatladı Söğüt. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Gözlerini sildi kocaman öptü Sultan'ı bir dal leylak kondurdu saçlarının arasına Sultan. Vedalaşıp ayrıldılar. Görüşme saatine 18 dakika 35 saniye kalmıştı. Erkeklerden sonra randevuya gitme sanatının inceliklerini bilmediği ve bilse de umursamayacağı için Söğüt erkenden sahilde buluşacakları kafenin yanındaki kayalığa oturmuştu. Sevdiği adamın altını çizdiği tüm sayfalar yanındaydı. Tekrar tekrar okudu. Tekrar tekrar heyecanlandı. Aslında sadece bir çay içsek mi? diyerek başlamıştı bugünkü görüşme. 15 dakika 4 saniye. Ama ilk kez dışarıda görüşecek olmaları olayın en önemli detayıydı. Ya aslında sadece çay içecektiyseler? 12 dakika 10 saniye. Yok artık, çok anlamlı bir şekilde söylemişti. Hele o kitabın son baskı halini bilgisayardaki klasörden açıp gösterdiği günkü bakışı neydi öyle? 'Bu kitap sana çok yakışacak' demişti. 'Senin içindeki hisli çocuğu ortaya çıkarmakla kalmayacak bu kitap, büyük bir cevher de ışıyacak. Senin gibi ...' deyip kendine gelmişti. 8 dakika 8 saniye. Ne çok esmişti rüzgar. Kafeye mi geçseydi, hani boş masalar ne taraftaydı. Aa! gelmiş. Vallahi gelmiş. Ondan önce gelmiş. Nasıl da görmedi onu? Arkası dönük ama saçının üst kısmını tarama şeklinden, sağ tarafına meyilli oturuşundan ve geniş omuzlarından tanıdı onu. Üzerinde toprak rengi bir tişört. Başı öne eğik, mutsuz mu ki acaba? Arasamıydı gitmeden önce. Yok çok yapmacık olurdu. 3 dakika 15 saniye. Yok hemen gitsindi. Gayet rahat bir şekilde gidip otursunda karşısına. 2 dakika 40 saniye. Yerinden kalktı. Kafenin ön kısmına gidip kapısından içeri girdi, onun olduğu masaya doğru yöneldi. Üstünü başını düzeltirken kendisini gördüğünü ve hemen ayağa kalktığını fark etti. O da ne! Elinde kitap, aylrdır uğraştıkları kitap hem de. Diğer elinde bir demet leylak. Kocaman bir gülümseme ve sarılış. İlk o konuştu 'Hayatıma hoş geldin Söğüt. Seni seviyorum'.